Konvoylar geldiğinde, askerler vagonların önündeki sıraların arasında keşfe çıkıp, ikiz ve cüce arayışına geçerlerdi. Anneler ikiz çocuklarına özel ilgi gösterileceğini zannedip, onları seve seve askerlere teslim ederlerdi. Bilim adına hizmet vereceklerini ve daha iyi muamele göreceklerini sanan erişkin ikizler, gönüllü olarak öne çıkarlardı. Cüceler için de aynı durum söz konusuydu.

F Kampındaki 14 numaralı kışlaya yerleştirilirlerdi. Sonra muhafızları tarafından alınıp Çingene Kampı’ndaki deney kışlasına götürülür ve bir insanın tabi tutulabileceği her türlü tıbbi muayeneden geçirilirlerdi: Kan, omur sıvısı tahlilleri, ikiz kardeşler arasında kan nakli ve bunun gibi bir sürü yorucu ve sinir bozucu test.

Tıp dilinde “in vivo”, yani insanlar üzerinde yapılan deneyler olarak adlandırılan bu çalışmaların, ikizler konusundaki araştırmalara pek önemli bir katkı sağlamadığı apaçık ortadaydı. Eksiklerle dolu bu deneylerden, ancak kısmi sonuçlar elde edinilebilirdi. In vivo deneylerin hemen ardından, ikizler konusundaki çalışmaların en önemli evresi başlardı: Anatomik ve patolojik karşılaştırmalı muayeneler. Burada yapılan işlem, ikizlerin sağlıklı organlarını, sağlıksız olanlarla ya da hastalıklarını birbirleriyle kıyaslamaktı. Bu çalışma için, tıpkı her patolojik çalışmada olduğu gibi, cesetlere ihtiyaç vardı. Anomalilerin eşzamanlı gelişimini incelemek için otopsi yapmak gerektiğinden, ikizlerin aynı anda ölmeleri gerekiyordu. İşte bu şekilde, Auschwitz KZ kışlasında, Dr. Mengele’nin ellerinde ölümle tanışmış oluyorlardı.

Bu olayın dünya tıp tarihinde eşi benzeri yoktu. İkiz kardeşler aynı anda ölüyorlardı ve ikisine birden otopsi yapılıyordu. Normal şartlarda insan başka nerede, aynı yerde ve aynı anda ölen ikiz kardeşler bulabilirdi? … Oysa Auschwitz kampında yüzlerce  ikiz ve tabii buna bağlı olarak bir o kadar da otopsi olanağı vardı. … Kurbanın kalbine eter iğnesi yapılmıştı, karıncığın içindeki kan pıhtılaşarak kapakçıkları tıkansın ve ölümüne sebebiyet veren ani bir kalp krizine yol açsın diye.

Çok sıradan vakalar olmalarına karşılık, Üçüncü Reich’ın Yahudi ırkının yozlaşmışlığıyla ilgili teorisini desteklemek üzere propaganda amaçlı kullanılabilirdi. … Dr. Mengele çalışmalarımızdan çok memnun görünüyordu. Yanında çok sayıda subay getirmişti. Hepsi de böbürlenerek iskeletin çeşitli bölümleri hakkında yorumlarda bulundular ve sanki çok ender rastlanılan bir tıbbi vakaymışçasına ağır bilimsel terimler kullanmaya özen gösterdiler. Bir anda kendilerini sahte-bilimlerine kaptırmışlardı. Üstelik de bunlar, her ırktan ve ülkeden yüz binlerce insanda rastlanabilecek gayet sıradan vakalardı. Çok az sayıda hastası olan bir doktor bile bu tür aksaklıklarla karşılaşırdı. Oysa bu iki vaka, doğaları gereği propaganda amaçlı kullanılacaklardı. Nazi propagandası, bilimi korkunç yalanlarıyla süslemekten asla kaçınmazdı. Yalanların yöneltildiği kişilerin eleştirme yetileri olmadığından ve rejimin onay mührünü taşıyan her şeye körü körüne inandıklarından, bu yöntem her zaman işe yarardı.

Bilimsel açıdan ilginç sayılabilecek organları, Dr. Mengele’nin de inceleyebilmesi için saklamak zorundaydım. Berlin-Dahlem’deki Antropoloji Enstitüsü’nü ilgilendirebilecek olanlar saf alkolün içinde korunurlardı. Bu parçalar postayla gönderilmek üzere özel olarak paketlenirlerdi.

Burada ne tür işlerin döndüğünü bilmeyen biri, beyaz önlükleri ve lastik eldivenleriyle, onları otopsi masasının önünde çalışırken görse, buranın ciddi bir bilimsel kuruluşun laboratuvarı ile otopsi odası olduğunu sanırdı. Ama üç aydır burada çalışan ben, buranın bir bilim enstitüsü değil, bir sahte-bilim enstitüsü olduğunu biliyordum. Tıpkı etnolojik çalışmalar ya da Seçilmiş Irk inançları gibi, ikiz doğumların kaynağını araştıran Dr. Mengele’nin çalışmaları da bir sahte- bilimden ibaretti. Ve tıpkı, Yahudi soyunun yozlaşmış olduğunu kanıtlamak amacıyla canilerin ellerine teslim edilen cüceler ile sakatlar hakkındaki kuramlar gibi. Emin oluncaya dek bu bilgiler yayılmıyordu, çünkü bunlar Alman halkı için kolay yutulacak lokmalar değildi. Ama Süperadamların ırkı zafere ulaştığında, savaşı kazanıp hayati önem taşıyan topraklara sahip olduklarında, burada öldürülen tüm bu sakatlarla cücelerin iskeletleri büyük müzelerin geniş salonlarında sergilenecekti…

Yukarıdaki satırlar İkinci Dünya Savaşı sırasında Macaristan’dan Auschwitz’e gönderilen Yahudilerin arasında yer alan Dr. Miklos Nyiszli’nin anılarından alıntılandı. Dr. Nyiszli, Auschwitz’de adı “Ölüm Meleği”ne çıkan Dr. Josef Mengele’nin emrinde, kamptaki diğer mahkûmlara “bilimsel araştırmalar” yapmakla görevlendirilmişti. Kamplarda yaşananların canlı kalabilmiş bir görgü tanığından gelen bu bilgiler bütün dünyayı sarsmıştı.

Yüksek(!) irtifalı-alçak(!) basınç deneyler

Bir örnek de Alman Hava Kuvvetleri Tıp Hizmetleri’nde yüzbaşı olan Dr. Sigmud Rascher ile Reichsführer der Schutzstaffel (SS Başkomutanı) Heinrich Luitpold Himmler arasında 1941’de yapılan yazışmalardan. Aynı zamanda SS memurlarından olan bilim aşığı! Dr. Rascher yüksek irtifa uçuşları ile ilgili deneyler yapmaya karar verir. Dr. Rascher bu araştırmada maymunları kullanmanın faydasız olduğundan ve oldukça tehlikeli olan deneyler için gönüllü insan denek bulamamaktan yakınmaktadır. Himmler’e yazdığı mektuba aldığı cevap içini rahatlatmıştır: Himmler, bu deneylerde tutukluların görev almaktan memnuniyet duyacaklarından! emin olduğunu bildirmektedir.

Alman Hava Kuvvetleri’nden sağlanan hareketli basınç odasında yapılan deneyler 1942’de başlar. Denek-kurbanlar düşük basınçlı odaya kilitlenirler ve basınç çok yüksek irtifalardaki atmosfer şartlarını sağlayacak şekilde artırılır. Daha sonra oda içindeki basınç, çok yükseklerden paraşütsüz ve oksijensiz düşen havacıların durumunu taklit edecek şekilde hızla değişikliklere uğratılır. Deneye ait sonuçlar ve yorumlar dikkatle kaydedilir. Ortaya çıkan raporlar insan hayatını umursamamanın ve çekilen fiziksel acılara karşı duyarsızlığın utanç verici belgeleri olarak tarihteki yerini alır.

Şöyle demektedir Dr(!) Rascher: Üçüncü deney görgü şahidi olarak çağırdığım SS doktorunun da gözlemlediği gibi çok sıra dışı bir gidiş gösterdi. On iki kilometre yükseklikteki oksijensiz ortamın kesintisiz olarak yaratıldığı deneyde genel durumu oldukça iyi olan 37 yaşında bir Yahudi kullanıldı. Otuz dakika boyunca nefes alan denek dört dakika sonra terlemeye ve başını kıpırdatmaya başladı. Beş dakika sonra kramplar görüldü; 6-10 dakika arasında nefes alması sıklaştı ve deneğin bilinci kayboldu. On birinci dakikadan otuzuncu dakikaya kadar solunumu yavaşlayarak sayısı dakikada üçe kadar düştü ve sonunda tamamen durdu. Bu arada ileri derecede siyanoz (morarma) ve ağzında köpük görüldü. Beş dakika boyunca kaydedilen elektrokardiyogramda (EKG) sadece üç atım gözlendi. Solunumun durmasından sonra kalp tamamen durdu ve EKG’de düz çizgi saptandı. Solunumun durmasından yarım saat sonra otopsi başladı.

Dr. Rascher’in yazdığı raporlardan bazı deneklerin araştırma sırasında yaşamaya devam ettiği anlaşılıyor. Bu ve benzeri raporlarda deneğin maruz kaldığı işkenceler tüyler ürpertici:

Emboliye (damarlara kan veya hava pıhtısının atması) bağlı olarak gelişecek psişik ve fiziksel sonuçları görmek amacıyla şunlar uygulandı: Bazı paraşüt deneylerinden sonra sağlığına kısmen kavuşan ancak bilinci henüz tam olarak yerine gelmemiş denekler ölene kadar suyun altında tutuldu. Su altında yapılan otopsilerde kafatası, göğüs ve karın boşlukları açıldığında beyin, koroner, karaciğer ve ince barsak damarlarında yoğun hava embolileri saptandı.

Dr. Rascher’in 14 kilometre irtifadaki atmosferik ortamın yaratıldığı basınç odalarında oksijen maskelerinin çıkarılarak yapıldığı paraşüt deneylerinde deneklerin tepkilerini betimlediği raporlar ise tek kelimeyle korkunç: Kasılma nöbetleri; ölümcül nöbet solunumu; kasılma solunumu ve inleme; haykırma; kollarda ve bacaklarda kasılma; yüzünü buruşturma ve dilini ısırma; sesli uyaranlara yanıtsızlık (bir çeşit koma durumu); aklını tamamen yitirmiş kişilere özgü izlenimler…

Dr. Rascher’in Dachau Toplama Kampı’ndaki deneyleri arasında Alman Hava Kuvvetleri askerlerinin Kuzey Denizi’ne yapacakları paraşütlü çıkarmalarda karşılaşacakları dondurucu soğukta olacakları ön görmek ve bunlara karşı alınacak önlemleri saptamak üzere yaptığı “donma deneyleri”ni kanınızın donma ihtimali nedeniyle bu satırlara almıyorum.

Dr. Miklos Nyiszli’nin anıları ve Nazi partisinin üst düzey yöneticilerinin yazışmaları Nuremberg Mahkemeleri’nde belli başlı prensiplere bağlanan araştırma etiğinin hangi süreçlerden geçtiğinin ipuçlarını veriyor.

Nurmberg Mahkemeleri

Ekim 1945’de ABD, Birleşik Krallık, Fransa ve Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası’nın siyasi, askeri ve ekonomik liderlerine karşı “insanlık suçu, savaş suçları, dünya barışına karşı işlenen suçlar ve savaşa sebep olmak” suçlarından açtığı dava bir anda insanlığın kendi vahşeti ile yüzleşmesinin simgesi haline geldi. Resmi olarak “United States of America v. Karl Brandt, et al. – ABD, Karl Brandt ve arkadaşlarına karşı” olarak bilinen mahkeme İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde Almanya’nın Bavyera Eyaleti’nin Nuremberg kentindeki Adalet Sarayı’nda gerçekleşmişti.

Aralarında Adolf Hitler, Heinrich Himmler ve Joseph Goebbels gibi mahkemeden aylar önce intihar edenlerin de olduğu Nazi yöneticileri aleyhine açılan davanın merkezinde askeri suçları yargılayan duruşmalar vardı.

Düşük(!) yoğunluklu suçlar

İkinci duruşma grubunu ise daha düşük! yoğunluklu suçlar oluşturmaktaydı. Doktorlara ve hukukçulara karşı açılan davalar da bu grubun içinde yer almaktaydı. Bu duruşmalarda yargılanan 23 sanığın 20’sini oluşturan tıp doktorları (Dr. Mengele kaçmayı başarmıştı) SS suç örgütünün üyesi olmanın yanı sıra Nazilerin yaptığı insan deneyleri ve ötanazi adı altında yapılan kitlesel katliamlarla suçlanıyorlardı.

Bu suçlamalarda öne çıkan başlıkları şöyle sıralamak mümkün: Savaş tutsakları ve işgal edilen ülkelerdeki siviller üzerinde rızaları olmaksızın tıbbi deneyler yapmak; tıbbi deneyler sırasında cinayet işlemek, vahşet, eziyet, işkence, zulüm ve diğer insanlık dışı eylemlerde bulunmak; savaş tutsakları ve işgal edilen ülkelerdeki sivillere kitlesel katliamlar planlamak ve uygulamak; “Ötanazi Programı” kapsamında yaşlı, akıl dengesi bozuk, tedavi edilemez derecede hasta ve fiziksel bozuklukları olanları huzurevleri, hastaneler veya barınaklarda gaz, öldürücü iğneler ve başka çeşitli yöntemlerle öldürmek ve toplama kamplarındaki tutsaklara yönelik kitlesel katliamlar yapmak. Aslında sanıklar bu suçları sadece savaş tutsaklarına veya işgal altındaki ülkelerdeki sivillere karşı işlememişlerdi. Üstün Alman ırkını yaratma amacına uygun olarak benzer uygulamaları sıradan Alman vatandaşlarına da yapmışlardı.

Hayatlara hükmetmekten darağacına giden uzun ince yol

Ekim 1946’da başlayan duruşmalar Ağustos 1947’de sonuçlandığında sanıkların yedisi suçsuz bulunmuş, dokuzu 10 yıldan müebbete kadar değişen yelpazede çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.

Haziran 1948’de darağacına yürürken etrafına son kez göz atan yedi sanık ile insanlık kendisiyle yüzleşmesinden alnının akıyla çıktığından emindi.

Nuremberg Kodu

Nuremberg mahkemeleri sona  erdiğinde uzak ve yakın geçmişte yaşanan büyük bilim suçları ile de yüzleşmişti insanlık. Mahkemenin davet ettiği ABD’li iki uzman olan Andrew Ivy ve Teo Alexander insan denekleri üzerinde yapılacak araştırmalarda evrensel standartların oluşturulması için görev almışlar ve bu sürecin sonunda Alman toplama kamplarının küllerinden biyoetiğin doğuşuna tanık olunmuştu. Ivy ve Alezander’ın raporuna dayanılarak konulan kurallar insan denekler üzerindeki araştırmaların “anayasası”nı oluşturmuştu. Öyle ki Helsinki İnsan Hakları Bildirgeleri’nde olduğu gibi bundan böyle yapılacak her türlü düzenlemede Nuremberg kodlarına atıfta bulunulacaktı.

Nuremberg’de konulan standartlarla insan denekler üzerinde yapılan araştırmalarda gönüllünün rızası gerek şart olacaktı. Tabii rızasını alabilmek için ilgili kişinin herhangi bir zorlama, kandırılma, aldatılma olmaksızın yasal olarak kendi başına karar verebilme kapasitesine sahip olması gerekmekteydi. Bu kapasiteye de ancak araştırmanın doğası, süresi, amacı gibi bilgileri doğru ve tam olarak alması durumunda ulaşacağı öngörülmüştü. Araştırmada kullanılacak yöntemler, araçlar, olası güçlükler, tehlikeler ve kişinin sağlığına ne gibi etkiler yapacağına dair ayrıntılı bilgi verilmesi zorunlu kılınmıştı.

Yapılacak araştırmanın başka yöntemlerle elde edilemeyecek sonuçlar vermesi, kurgusal olarak rastgele (random) veya gereksiz olmaması ve toplum için iyi sonuçlar vermesi gerekmekteydi. Araştırma o konuda yapılmış olan hayvan deneylerinin sonuçlarına ve hastalığın doğal gidişatının bilgisine göre düzenlenip temellendirilmek zorundaydı.

Nuremberg kodu kendisini ortaya çıkaran insanlık dışı sürecin inadına alabildiğine insancıl idi. Örneğin araştırmada kullanılacak yöntemlerin hastaya ruhsal ve fiziksel acı vermemesi ve yaralanmaya sebep olmaması gerekliliği de üzerinde önemle durulan ayrıntılardı.

Sadece bu kadarla kalmayıp araştırmada uygulanan yöntemlerin bizzat kendisinin deneğin sakatlanmasına veya ölümüne yol açması da kabul edilemez bir durum olarak bildirilmekteydi. Bu nedenle araştırma öncesi çok iyi bir hazırlık yapılması ve deneğin araştırma nedeniyle görebileceği zararların en aza indirilmesi için önlem alınması gerekmekteydi. Deneğin zarar görmesini en aza indirebilmek için araştırmayı yürütme yetkisi, alanında deneyimli ve araştırmanın tüm aşamalarını başarılı bir biçimde gerçekleştirebilecek bilim insanına verilmesi de zorunlu kılınmıştı. Araştırma nedeniyle alınacak riskin derecesinin, araştırmaya konu olandan daha fazla soruna yol açmaması gerekliliği belki de bu duruşmalar boyunca toplumda oluşan hassasiyetin doğal bir sonucu idi.

Son olarak Nuremberg kodu ile deneğin, ruhsal ve fiziksel olarak devam etmesinin mümkün olmadığı anda veya istediği herhangi bir zamanda araştırmayı bırakma özgürlüğü garanti altına alınmaktaydı. Araştırmayı sonlandırma yetki ve sorumluluğu araştırmanın yürütücüsüne de verilmişti.

Şeytanın etiği

Nuremberg duruşmalarında bahsedilen “bilimsel deneylere” katılanlar elbette mahkemedeki 20 doktor, 3 sağlık görevlisi, Dr. Rascher ve anıların sahibi Dr. Nyiszli ile sınırlı değil. O dönemde birçok bilim insanı ve teknisyen bu ortamda çalışmıştı. Ayrıca bu tür insanlık dışı uygulamaları sadece Nazi Almanya’sı ile sınırlamak da haksızlık olur. Nazilerden önce de, tüm düzenlemelere rağmen Nazilerden sonra da insanlığı, insan haklarını, evrensel moral faktörleri ve araştırma etiğini yok sayan araştırmalar yapıldı.

Bu noktada akla takılan konu açıkça insanlık değerlerinin dışında olan bu araştırmaları yürütenlerin veya araştırmalara katılanların kendilerini nasıl savundukları. Aslında yapılan kitlesel katliamlar ve barbarca deneyler üzerine etik olmadıkları dışında fazla söylenecek söz yokmuş gibi duruyor. Ancak gerçekte cevap hiç de o kadar berrak değil.

Doktor Miklos Nyiszli’nin “kâbusları”

Doktor Nyiszli ile başlayalım: Anılarını içeren kitabın önsözünde Dr. Nyiszli’nin neden Mengele’ye boyun eğdiği üzerine ayrıntılı bir tartışma yer alıyor. Gerek Dr. Nyiszli’nin gerekse Sonderkommando’ların suça ortak edilişe karşı koymamalarına yönelik eleştirilere cevap verilmeye çalışılıyor. Dr. Nyiszli, Mengele’nin patoloğu olarak görevlendirildiği andan itibaren başta kendi soydaşları olmak üzere toplama kamplarında bulunan bütün tutsakların kaderlerini kısmen kendi ellerinde tutmuştu. Burada eleştirilen nokta neden Mengele’yi reddetmediği ve onun kirli araştırmalarına aracılık ettiği idi. Aynı şekilde toplama kamplarına gelenleri karşılamak, kıyafetlerini ve eşyalarını alıkoymak, gaz odalarına gidişlerine ve katledilmelerine refakat etmek, daha sonra altın dişlerini çekmek de dâhil üzerlerinde değerli ne kaldıysa almak, katledilenleri krematoryumlara götürüp yakmak gibi bütün kirli işleri yapmak üzere yine tutsaklardan seçilen ve üç ayda bir yeni görevli grubuyla değiştirilmek üzere kendilerinin de gaz odalarına gönderileceğini bilen Sonderkommando isimli görevlilerin, ellerinde imkân varken neden isyan etmediklerine yönelik eleştiriler de değerlendirilmekte.

O günün şartlarını yaşamadıkça, o gün nasıl davranılabileceği konusunda iddialı yorumlar yapmak içimden hiç gelmediğinden sadece eleştirilerin ve savunmaların ana başlıklarına bakmak istiyorum. Çünkü bu başlıklar bize etik dışı insan deneyleri yapan bilim insanlarının o dönemdeki psikolojisi adına bazı bilgiler sağlayacak.

Eleştirilerin merkezinde suç ortaklığı yapanların, işlenen suçun miktarının, ağırlığının ve süresinin artmasına neden olması bulunmakta. Bu insanların egemen güce boyun eğmeyi reddetmeleri durumunda, işlenen suçların böylesine geniş kapsamlı ve ağır olamayacağı görüşünü içermekte. Ellerinde silah bulunan ve dışarıdan destek alma imkânı olan Sonderkommando’ların sadece tek bir kez isyan etmeyi düşünmeleri, bunun dışında sadece üç ay süreceğini bildikleri konforlu bir yaşam için kendilerinden istenen bütün suçları işlemiş olmaları eleştirilerin odağında yer almakta.

Buna karşın Dr. Nyiszli’nin savunması, bütün bu suçların kendisi olmadan da işleneceği yönünde. Kendisinin varlığının hiç olmazsa birkaç tutsağın kurtulmasını sağladığını düşünen doktor, her durumda ölüme gidecek olan insanlara acısız bir ölüm sağlamaya çalışmasının da önemli olduğuna vurgu yapmakta.

Peki! Ya özgür(!) bilim insanlarının “kâbusları”?

Hippokrates’in “önce zarar verme” aforizmasını 2500 yıldan beri kendine kural edinen bir tıp anlayışında toplama kamplarındaki masum insanlara acımasız ve genellikle ölümcül deneylerin yapılabileceğini düşünmek mümkün değilmiş gibi geliyor insana. Aynı şekilde ırkçı ve öjenik fikirlere sahip insanların yetkin ve öz eleştiri yapabilen doktor veya bilim insanı olma ihtimali de yokmuş gibi duruyor. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen tıbbi suçlar bize tüm bu varsayımların geçersiz olduğunu göstermiş durumda.

Genel kanı, Nazi Partisi için çalışan doktorların ve diğer sağlık çalışanlarının çılgınlar, şarlatanlar ve mesleki açıdan yetersizler arasından çıktığı yönünde. Auschwitz ve diğer kamplarda “araştırma” yapanların arasında ciddi psikolojik sorunları olanların ve/veya bilimsel yönü kısıtlı olanların bulunduğu ve bilimsel olgunluğa ve uluslararası saygınlığa sahip bilim insanlarının Nazi Partisi adına hiçbir araştırma yapmaya yanaşmadıkları açık bir gerçek. Ancak bunların yanı sıra ateşli birer Nazi yanlısı olan son derece iyi eğitimli, yetkin ve toplumda saygın bir yer edinmiş doktorlar da bulunmaktaydı. Yani toplama kamplarında insanlar üzerinde deney yapan doktorlar sadece zihinsel olarak dengesiz veya bilime uzak kişilerden oluşmuyordu. Deneylerin ve cinayetlerin içinde yer alanların arasında son derece yetenekli kişiler de bulunmaktaydı. Zaten saf ve dolayısıyla da üstün bir ırkı tıbben yaratmanın mümkün olduğunu ve saf olmayan ırkların tıbben ve ahlaken düşkün durumda olduklarını bilimsel deneylerle ispatlamaya çalışmak için sadece bir takım kaçık ve yetersiz bilim insanlarının yeterli olabileceğini düşünmek mümkün değil. Neredeyse bir düzine ülkeden milyonlarca insanı toplamak, taşımak, kullanmak, katletmek, ortadan kaldırmak gibi teknik ve lojistik sorunları çözmek için gerçekten yetkinlik ve beceri isteyen bir organizasyona ihtiyaç olduğu mutlak.

Nazizm’in denetiminde bilim yapma gerçeği kaçıklık, delilik, bilimsel yetersizlik gibi şehir efsanelerinin gölgesinde kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Gerçek olan şu ki; bu tür araştırmalara katılanlar yaptıklarının gerçekten doğru olduklarına inanmışlardı (bu aşamada yukarıdaki anıları ve deney raporlarını tekrar okumanızı rica ediyorum). Bu durum Hitler Almanya’sının yarattığı toplumsal bir histeri olarak da yorumlanabilir.

 

Prof. Dr. Tamer AKÇA

Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi ABD

 

 

Seçilmiş kaynakça

Dr. Miklos Nyiszli. Çev: Aylin Yengin. Auschwitz Bir Doktorun Görgü Tanıklığı. İstanbul; GÖZLEM GAZETECİLİK BASIN VE YAYIN A.Ş. 2006.

LaFleur WR, Böhme G, Shimazono S. Dark Medicine: Rationalizing Unethical Medical Research. USA; Indiana University Press, 2007.

Annas GJ, Grodin MA.

The Nazi Doctors and The Nuremberg Code. New York; Oxford University Press, 1992.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak: “Nazi propagandası bilimi nasıl kullandı?” https://www.bilimveutopya.com.tr/nazi-propagandasi-bilimi-nasil-kullandi

Bu yazı Bilim ve Ütopya’nın Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır.