Thatcher ve ardından Blair yönetiminden günümüze dek devam eden zaman diliminde, işçi sınıfı, kültürünün yavaş yavaş ve adım adım yerle bir edildiğine tanıklık etti. Sanayi toplumu olmaktan hizmet toplumu olmaya uzanan değişim, “ülkenin omurgası olarak işçi sınıfı”ndan “kendi yoksulluğundan sorumlu vahşi bir altsınıf” imgesine doğru belirgin bir odak kayması yarattı. Buna koşut olarak kolektif mücadeleler eridi ve ardında bıraktığı boşluğu orta sınıfın – farklılığı kutlayan tikel sorunlara yoğunlaşmış ve sınıfın süregiden yaralarını görmeyi ya da bu yaralarla ilişkilenmeyi reddeden – kimlik siyasetine bağlılığı doldurdu.

Son kırk yıllık neoliberal dönemde işçi sınıfının yaşamında meydana gelen muazzam değişikliklerin sonuçlarından biri, sınıf bilincinin erozyona uğraması ve bu değişikliklerin içinde anlamlandırıldığı ve dillendirildiği bir analitik çerçeve olarak, sınıf dilinin yitirilmesidir.

İşçi sınıfı kendisi adına konuşan tüm siyasi partilerle bağını kopardı ve geleneksel arabulucularından biri olan akademi tarafından terk edildi. Bireysel kimlik siyasetinin rahatlığını tercih eden orta sınıf, işçi sınıfını sistematik ve stratejik biçimde dışlayan ve yalnızca — “muhalif” bile olsalar — sistem içi görüşleri paylaşanları içerecek şekilde daralmış olan bir kamusal alana akın etti. Sonuç olarak radikal mücadele yeniden formüle edildi ve işçi sınıfı, gitgide artan biçimde tarihten ya da faillikten yoksun olarak sunuldukları reality TV ya da oyun şovlarındaki görünümü ile bilinir hale gelerek siyasal bir kategori olarak görülmez kılındı. Bu programlar seyirlik eğlence sunma ve orta sınıfın önyargılarını güçlendirme amacına hizmet ederken, bir yandan da alaycılığı ve ilgisizliği eğlence kılığında siyasal gündeme sokuyordu.

Birbirlerini yayınlayan, birbirleri hakkında podcast yapan, birbirleriyle söyleşi yapan ve birbirlerinin görüşlerini paylaşan özel eğitim görmüş Oxbridge seçkinlerinin artık neredeyse dışlayıcı biçimde hakimiyeti altında olan kamusal alanın bu yozlaşması, hiçbir alanda, işçi sınıfının dışlanışında olduğu kadar bariz değil. Bugün elimizde kalan ise, daha genel siyasi sorunlarla ilişkilenmelerini ideolojik olarak olanaksız kılacak kadar kendi statüleriyle, bireysel kaygılarıyla, şahsi anksiyeteleriyle ve çoklu ezilmiş kimlik iddialarıyla kafayı bozmuş olan kariyeristlerin kamusal kültürü.

İdealizmin yükselişi ve maddi gerçekliğin inkârı, orta sınıf solundan bazılarına siyasi radikalizmin sahte bir versiyonunu sundu. Onlar için değişim mücadelesinin zemini artık sınıf siyaseti değildi ve işçi sınıfını değişimin potansiyel ateşleyicisi olarak görmüyorlardı. Eşitliğe dair talepler, sistemin, hâlihazırda içinde yaşadığımız acımasız topluma anlamlı herhangi bir muhalefeti reddedecek şekilde nasıl yapısal olarak işlediği anlayışından kök almaz. Kamusal yaşamda “solda” olduğu düşünülen insanlar, hiçbir zaman mücadeleyi deneyimlememiş, en ayrıcalıklı Russell grubu [Birleşik Krallık’taki yirmi dört kamu kaynaklı araştırma üniversitesinin oluşturduğu birlik-Ç.N.] mezunlarıysa, bunun farklı bir dünya için mücadele ve bu farklı dünyanın nasıl görüneceği üzerindeki etkisini göz önünde bulundurmamız zorunludur. Tüketici grupları oluşturmaya odaklanmış, pazarlama merkezli bir değerler sisteminin sürekli olarak altını oyduğu ve televizyon programlarında “komünizm”inizi ilan etmenin, internet sitenizde satılacak bir tişörtün üzerindeki slogan haline gelmeye yazgılı olduğu bir başka pazarlama fırsatından ibaret olduğu bir kamusal alanda, yaşamlarımızın her veçhesini paralı hale getirmeye yeminli dar bir neoliberalizme giderek artan bir uyumlanma olduğuna dair kanıtlar var.

Bu ışıkta, transgender ideolojisinin ve orta sınıf tarafından coşkuyla benimsenen ona eşlik eden aktivizmin hızla yükselişini, geçtiğimiz 40 yıl boyunca radikal siyasetin tasfiyesi ve bunun getirdiği demoralizasyon ve yenilgi duyguları ile bağlantılı olarak değerlendirmemek zor.

Transgender aktivizmi, ayrıcalıklılara sınıf eşitsizliği meselelerini görmezden gelme fırsatı sunarken, bazılarına da sığ bir radikalizm ve ilericilik oynama fırsatı verdi. Bunun sonucu olarak, bir süre önce, cezaevindeki işçi sınıfından kadınların, penisli bir erkek tarafından saldırıya uğramasının görmezden gelinmesi ve bazı durumlarda davranışına bir erkeğin trans kadın statüsünün savunulması adına mazeret bulunması gibi durumlara şahit olduk. İşçi sınıfından kadınlara eşitsiz muamelenin normalleştirildiği ve marjinalleştirilmelerinin pekiştirildiği bir süreç yaşandı. Orta sınıftan sosyal adalet savaşçılarının işçi sınıfını hakir görüşünün bundan daha açık bir örneği olamaz. “Suçları” çoğunlukla yoksulluklarıyla ilişkili olan, toplumumuzun en zarar görmüş ve savunmasız insanlarından bazılarının hapsedilmesindeki adaletsizliği tartışmak yerine, erkeklerin cezaevinde bu kadınların yanına yerleştirilmesi hakkı için şamata yapan bir “sol”a sahibiz. Netice itibariyle işçi sınıfından kadınlar sivil zayiattan ibaret. Bu örnekte, işçi sınıfından kadınların gereksinimleri karşısındaki duygusuz kayıtsızlık, neoliberalizmin, işsizlerin, engellilerin, yiyecek bankası kullananların, iş akdi olmayanların vb. şeytanlaştırılması ve görmezden gelinmesi stratejisiyle uyumlu.

Transgender hareketi biyolojik gerçekliğin reddedilmesini talep ediyor. “Trans kadınlar kadındır” mantrasını tartışmaya dönük her çaba, sosyal medya zorbalığıyla, kadınların sorunu tartışmak için düzenlediği toplantıların önlenmesi girişimleriyle ve hem kadın olarak kabul edilmeyi talep eden erkeklerden ve hem de bu talebi destekleyen insanlardan şiddet tehditleriyle karşılanıyor.

Transgender aktivistlerin “geçiş” yapmak istedikleri, “gelişmekte olan” ülkelerdeki merdivenaltı atölyelerde ter döken kadınlardan ziyade, olmayı amaçladıkları nesneleştirilmiş başarılı burjuva kadınlardır. İşçi sınıfından kadınların, yaşamlarının içine gömülü olduğu kurumsal ve kişisel iktidar mücadelelerini müzakere eden gerçeği, kadın olmak için şamata yapan erkekleri çeken cazibenin parçası değil. Aksine, işçi sınıfından kadınlar, cezaevi örneğinin de açıkça ortaya koyduğu gibi, yaşamın tüm alanlarında önemsizmiş gibi muamele görüyor ya da görmezden geliniyor.

Biyolojik bünyemiz gibi gerçekleri bu denli lakayıtça bir kenara atabiliyorsak, sağduyulu tartışma hassasiyetimizde dehşet verici ölçüde kırılgan bir şeyler var demektir. Bir erkeğin “ben bir kadınım” gibi basit bir beyanı ile derin toplumsallaşma süreçlerini kesip atabileceğimizi düşünüyorsak, umutsuz bir biçimde nahif bir şeyler var demektir. Erkeklerin erkelere karşı ve kadınlara karşı şiddetini ve bu nedenle kadınların erkeklere (her şey bir yana, “etek kaldırma”yı kim yapar?) karşı gereksindiği güvenceleri reddetmekteki bu kararlılıkta, şüphe çeken tanıdık bir şeyler, kadın düşmanlığının su götürmez kötü kokusu var.

Herhangi biri, sadece beyan etmek suretiyle istediği herhangi bir şey olabiliyorsa, bu bizi nereye götürür? Orada üzerine inşa edilecek ne tür bir temel vardır? Siz olduğunuzu söylediğiniz şey iseniz, bu daha iyi bir dünya için savaşan bizleri nereye götürür? Bu bizi hiçbir yere götürmez – toplumsal, tarihsel bilgi, kurumsal mücadele ve kültürel deneyim, hepsi anlamsız hale getirir. Yaşamlarımızın çoğu zaman üzerinde çok az denetim sahibi olduğumuz yapılar tarafından şekillendiriliyor oluşu, dillendirilemez ya da direnilemez hale gelir. Dişi bir öz olduğu mefhumunu savunmak, kadınların bağımsız özerk hayatlar sürme hakları için verdikleri mücadelelerin tarihini bir vuruşta gereksiz kılar çünkü var olduğunu inkar edebiliyorsan, ‘tarihin yanlış tarafı’ da kalmaz.

Solda, transgenderizm meselesini ve onun kadınlar üzerindeki etkisini görme konusunda çarpıcı bir inkâr söz konusu ve kadınlar ile yumurtalıklara ve doğum yapma kapasitesine sahip cinsel sınıfa ait insanları kast ediyorum. Bu gemiyi yüzdürmek için gereken “cemaate uyumlu düşünme”, otosansür, göz korkutma, yaygaracı sahtekarlık ve “transfobi” ulumalarıyla tartışmayı kapatma seviyesi, derin kriz içinde olan bir sola işaret ediyor. Orta sınıfın tahakkümü altındaki sol, günün siyasi sorunlarına eleştirel biçimde dahil olma, açıklık getirme ve liderlik etme yükümlülüğünü terk etmiştir. Bunun yerine [orta sınıf solu], tartışmanın trans militanlar tarafından belirlenmiş olan şartlarını (cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının gerçekten çok basit bir biçimde iç içe geçirilmesi dahil) kolayca kabul etti. Bu başarısızlık, solun, kimlik siyasetini, bir grubun (veya o grup içindeki esas belirleyicilerin) kendi ezilmişliğini nasıl dile getirdiğinin, o konudaki son sözü teşkil ettiği varsayımı ile birlikte kabul etmesinden kaynaklanıyor. Ancak bir grubun kimliğinin ve hak iddialarının, bir başka grubun hak iddiaları ve kimliğiyle kolayca çatışabileceği açık. Ve kimlik siyasetinin bu çatışan hak iddialarını müzakere edecek araçları yok. Nihai olarak en büyük gücü harekete geçirebilen grup, hak iddialarını hakim kılacaktır. Bariz şekilde bir erkek hakları hareketi olan bu hareketle feci sonuçları olacak bu saflaşmasında, sol, daha az güçlü olana karşı güçlü olanın, kadınlara karşı erkeklerin ve işçi sınıfı kadınlarına karşı orta sınıfın yanında olmayı seçmiştir ve mevcut formülasyonu ile trans haklarının darbesini özellikle yiyecek olan kendisidir.

Bu tartışmanın karmaşıklığını “trans kadınlar kadındır” mantrasıyla kapatmak, köklü biçimde gayri demokratiktir. Doğru düzgün işleyen bir demokraside, herkesin kaygıları açık ve şeffaf bir tartışmaya dahil edilir. Bunun yerine, eleştirel düşünce “transfobi” olarak yaftalandı, görünen o ki artık temel hakikatler bile Trump’çı eğilimlerin bir işareti (solun bu konuyu aklıselim biçimde tartışamaması sağın meseleye sahip çıkmasını garantilenmiştir). Sosyal adalet savaşçıları, hepimiz için daha adil, daha eşit bir toplum mücadelesi vermek yerine, erkeklerin birçok kadın tarafından uzun zaman önce reddedilmiş olan stereotipleri benimseme hakkına odaklanıyor. Yeni bir şey yaratmak için mücadele etmek yerine, trans ideolojisi, kadınlığın eski mecazlarını (“hanım beyinler” mi, hakikaten mi yahu?) yeniden kullanıma sokuyor ve bunların ilerici olduğunu iddia ediyor. Hem erkeklerin hem de kadınların rollerini radikal bir biçimde değiştirmenin yollarını düşünmek yerine, bize, kadınların mücadele ettiği stereotiplerin fiilen gerçek olduğu ve erkekler tarafından kadın olduklarını ‘kanıtlamak’ için sahiplenilebileceği söyleniyor.

Teklif edilen ve hâlihazırda değerlendirme aşamasında olan Toplumsal Cinsiyeti Tanıma Kanunu [Gender Recognition Act], “toplumsal cinsiyet”ini değiştirmenin sadece bir form imzalama meselesi olduğu bir kendini-kimliklendirme sistemine izin verebilir; böylece biyolojik erkeklerin kendilerini kadın olarak tanımlamasına yasal olanak sağlayabilir. Önerilen yasanın bizatihi başlığı bile, politikaları belirleyenlerin toplumsal cinsiyet (“feminen” ve “maskülen” şeklinde toplumsal olarak inşa edilmiş karakteristikler) ile biyolojik cinsiyeti nasıl birbirine geçirdiğini gösteriyor. Kendi başına bu bile trans ideolojisinin merkezi nitelikteki ilkelerinin ne kadar derin bir biçimde tartışmalı olduğunu ve bu fikirlerin itiraza ve tartışmaya açılabilmesinin kesinlikle meşru ve zorunlu olduğunu gösteriyor. Sol bunun farkına varmazsa, tarihsel ölçekte bir siyasi hata yapma riski altında.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaynak:

  1. “Class, Identity Politics and Transgender Ideology” Deirdre O’Neill, https://medium.com/@deirdreoneill_40170/class-identity-politics-and-transgender-ideology-a2c368835bd6
  2. “Sınıf, Kimlik Siyaseti ve Transgender İdeolojisi” Deirdre O’Neill, Çeviren: S. Erdem Türközü, https://dunyadanceviri.wordpress.com/2019/11/05/sinif-kimlik-siyaseti-ve-transgender-ideolojisi-deirdre-oneill/